Sayın Genel Başkanlar Değerli Milletvekillerimiz Saygıdeğer Misafirler Bizi ekranları başında izleyen değerli vatandaşlarım,

Hepinizi saygıyla muhabbetle selamlıyorum. At izinin it izine, kurt sesinin çakal sesine, aslan gölgesinin tilki gölgesine karıştığı günlerden geçiyoruz.

05 Kas 2025 - 10:58 YAYINLANMA
Sayın Genel Başkanlar Değerli Milletvekillerimiz Saygıdeğer Misafirler Bizi ekranları başında izleyen değerli vatandaşlarım,

Siyasetin bir arınma yaşaması gerekiyor. Onun için açık ve net konuşacağım. Benim konuşmalarımdan cımbızla alıntılar yaparak algı operasyonlarına hazırlanan trol çeteleri de, benim tekrar beytülmale sahip çıkarak çanlarına ot tıkayacağımdan korkan çıkar çevreleri de, intikam ve rövanşizm peşinde koşan 28 Şubatçı siyasi çevreler de, kendi utanmazlıklarını örtmek için bize saldıran genel başkan kisveli siyasi cambazlar da, bir boşlukta cumhurbaşkanlığı adaylığında öne çıkabilmek için her tür oportünizme hazır muhterisler de hepinize sesleniyorum: Kulaklarınızı iyi açın ve beni dinleyin! Günlerdir bıkmadan usanmadan manipülasyonlarla saldırıyorsunuz! Benim sizden önemli bir farkım var! Ben sizin her tür ilkesizliği yaparak ulaşmaya çalıştığınız makamlara alnımın akı ile ulaştım; Rabbim bana izzetle girdiğim her yerden izzetle çıkmayı nasip etti. Sizin hülyasıyla yanıp tutuştuğunuz unvanlar ve makamlar benim için yaşandı ve geride kaldı! İktidar çevreleri Sayın Erdoğan’dan sonra postun kime kalacağının ve kendilerine ne olacağının peşinde!

Muhalefet çevreleri ise önümüzdeki seçimlerde cumhurbaşkanlığı adaylığında bir adım önde olmanın telaşı içinde! En son söyleyeceğimi şimdi söyleyeyim! Ben ne şu anda söz konusu olabilecek bir makamın ne de iki ya da üç sene sonra yapılacak bir seçimdeki adaylığın peşindeyim! Ne kimseden bir talebim, ne de dünyevi bir beklentim var! Ne herhangi bir şeyin peşinde koştum, ne de herhangi bir kapının önünde mansıp bekledim! Bu konuda delilim nedir derseniz size tarihin bir hükmünü söyleyeyim: “elindeki makamı ilkeleri için terk eden birine bedel biçilmez; onun bedeli değerleriyle ölçülür.” Ahlaki üstünlüğümü kaybetmektense hayatımı kaybetmeyi tercih ederim! Peki ben neyin peşindeyim? Nedir uykuları bana haram kılan şey? Milletimizin tarihin akışını bir kez daha kaçırmasından korkuyorum. Sanayi devrimini kaçırmamız ve gerekli adımları doğru zamanda atmamamız bir imparatorluğumuzun elimizden kayıp gitmesine mal oldu; bütün doğu sömürge çizmeleri altında inledi. Bugün sanayi devriminden çok daha büyük bir dönüşümün içindeyiz. Bu sadece üretim ve iletişim araçlarının dönüşümü değil, insanın varoluşsal yapısının dönüşümü. Belki de eşref-i mahlukat olarak yaratılan klasik insan bilincinin son nesliyiz. Bakınız iki hafta önce Oxford ve Londra üniversitelerinde uluslararası düzendeki sistemik deprem, Gazze soykırımının bölgesel ve küresel boyutları bağlamında beş konferans verdim, benim eserlerim bağlamında organize edilen ve bir gün sabahtan akşama süren çalıştayda konuşmalar yaptım; İngiliz parlamentosunda Gazze soykırımı başlıklı kitabımızın tanıtımını yaptım. Bir taraftan da akademik ve bilimsel nabzı tutmaya çalıştım. Gururla ifade edeyim dünyanın en büyük ve en etkin öğretim üyesi/öğrenci kuruluşu olan “Oxford Union” da başta siber güvenlik ve yapay zeka alanında olmak üzere stratejik bilimsel disiplinlerde çalışan pırıl pırıl gençlerimizle tanıştım.

Ümidim arttı, ancak bu gençlerin ülkemize değil de diğer ülkelerin teknolojik gelişimine katkıda bulunuyor olmaları beni derinden yaraladı. Dışişleri Bakanlığım döneminde bilim ve bilim adamı transferi için kurduğumuz “bilim ataşeliklerinin” çalışıp çalışmadığını sordum; haberdar bile değillerdi. Heyecanla başlattığımız nice girişimin nasıl akamete uğramış olduğunu görmek beni bir kez daha sarstı. Sonra robot teknolojisi üzerinde konuştuk. Çin’in tahayyül etme, kendini düzetebilme ve diğer robotlara eğitim verme kabiliyetine sahip robot teknolojisi “WOW” un geleceğini ve yol açabileceği sonuçları tartıştık. Türkiye’ye döndüğümde daha önce görüştüğüm ISO ve TÜSİAD’dan sonra Türkiye Hazır Giyim Sanayicileri Derneği ve MÜSİAD ile de görüştüm. Dünyadaki gelişmelerle Türkiye’yi karşılaştırdığımda zihnimi ve yüreğimi bir ürperti kapladı. Dünya klasik üretim unsurlarında radikal bir dönüşüm yaşarken bizim klasik sanayi üretim alanındaki tekstilcilerimiz bile “bize acil destek verilmezse altı ay içinde fabrikalarımıza kilit vurup, üretimi durduracağız” diye feryat ediyor. Kardeşlerim! Yüreğimin ve zihnimin derinliklerinde olanları sizlerle paylaşmak istiyorum. İnanın kimin cumhurbaşkanı olacağıyla ya da siyasi magazinlerle uğraşacak bir saniyemiz bile yok. Yangın mahallinde koltuk kavgası yapılmaz; önce yangın söndürülür! Derdimiz, “Türkiye ve dünya nereye gidiyor?” olmalı. “Ülkemiz bu sistemik bir depremin yaşandığı bu yeni sömürgecilik döneminde nasıl ve hangi kadrolarla bu süreci yürütebilir?” sorusu zihnimizi parçalarcasına derdimiz olmalı.

Geçtiğimiz günlerde Hür Düşünce Derneği’nin 2.Olağan Genel Kurulu’nda bir konuşma yaptım. Bugünümüze ve geleceğimize dair bir projeksiyon tutmaya çalıştım. Orada da belirttiğim üzere, yeni bir sömürgeci düzenle karşı karşıya olduğumuzu sadece bugün değil, geçmişten bu yana ifade etmeye çalışıyorum. Uluslararası kuruluşların yer aldığı İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenin sarsıldığını; daha 2020’de yayımlanan “Sistemik Deprem ve Dünya Düzeni” çalışmamızda göstermiştik. Bakın, Balkanlardan Kuzey Afrika’ya; Türki Cumhuriyetlerden Ortadoğuya, komşularımız Irak ve Suriye’ye kadar Afro-Asya’nın merkezinde, çok önemli bir jeopolitiğin tam göbeğinde bir ülkeyiz biz. Devlet geleneğimiz, kurumlarımız, siyasi tecrübelerimiz, toplumları birarada yaşatma pratiklerimiz de bir o kadar eskilere dayanmakta. İşte bu global sistemik deprem içinde, bu tarihi arka plan ve jeopolitik imkanları iyi okuyan, önümüzdeki engelleri doğru bir perspektiften gören, devlet geleneğini de iyi bilen ehliyet ve liyakat sahibi kadrolardan başkası başa çıkamaz. O yüzden ben, bütün bu keşmekeş içinde, gelecek seçimlerle ya da gelecekte iktidardan ya da muhalefetten kimin cumhurbaşkanı adayı olacağıyla değil, ülkeyi bu travmada kimin ve nasıl ayağa kaldıracağıyla ilgilenmekteyim. Bakmamız ve görmemiz gerekiyor ki, teknoloji hızlanırken siyasi ve toplumsal tarih de o oranda teknolojiye ayak uydurarak hızlanmakta. Bizler, geleneksel sanayimizin can çekiştiği, kredilere muhtaç hale getirildiği, muhtaç olduğu kredileri ödeyemez hale geldiği bir süreçte, dünya “kendi kendini düzelten, öğrenen ve öğreten robotlar çağı”na adım atmakta. Öylesine ki, yapay zekâ ve robotikteki gelişmeler ve hızlı geçişkenlikler insanlık için varoluşsal sonuçlar doğurmaya gebe. Dünya buraya giderken, ülkemizin muhtaç olduğu hukuki öngörülebilirlikten ekonomik kalkınmaya ve toplumsal barış ve kaynaşma konularına kadar ciddi sorunlar yumağıyla boğuşmak durumunda kalmaktayız.

O yüzden mezkur konuşmamda “Beş Devrim” çağrısında bulundum. Özelllikle reform değil devrim diyorum; çünkü maalesef hastalıklarımızın reformla ıslahatla düzelebilme imkanı kalmamıştır. Ehil ve ahlaklı bir elin neşteri alarak bütün tümörleri temizleyeceği devrimler gerekmektedir. Neydi bunlar kısaca özetlemeye çalışayım. Birincisi Zihniyet Devrimidir. Köhnemiş zihni dogmalarla, fikir özgürlüğünün olmadığı çölleşmiş düşünce ikliminde zihniyet sıçraması yaşanmaz. Dar kimliklere sığınanların, tarihi bölerek tarihsiz kalanların zihniyeti gelişmez! Açık söyleyeyim! Türkiye’de muhafazakâr düşünce kendini yenileyememiş, milliyetçi düşünce milli değerleri evrensel alana taşıyamamış; çağdaş olduğunu iddia eden seküler düşünce ise çağın tamamıyla dışında kör bir modernizmin esiri olmuştur! Muhafaza düşünce Ahmet Cevdet Paşa’nın, Mehmet Akif’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Sezai Karakoç’un, milliyetçi düşünce Mümtaz Turhan’ın, Erol Güngör’ün, seküler/sol düşünce İdris Küçükömer’in, Kemal Tahir’in, Sencer Divitçioğlu’nun çok gerisindedir. Bu çölleşmiş kültür ortamında yeni nesiller kendi varoluşsal kimliğimiz ve bilincimizi robotların yapay zekası ile nasıl başa çıkacak? Beni ilgilendiren soru bu! Zihnen kuşatma altındayız; varsın bazı muhterisler bu ortamda meleklerin cinsiyetini tartışsınlar ben evrensellikle buluşan milli bir zihniyetin arayışını sürdüreceğim! Belki bazıları hoca yine siyasetin dışında soyut şeyler söylüyor diyebilir! Ama siyasetin tam da en temel sorusu budur! Kimlik sorunlarıyla parçalanan ulus devletlerin, yaşanan soykırımların, olması artık mümkün bir senaryo olarak görülen III. Dünya Savaşı tehdidin arkasında bir zihniyet sorunu vardır! Bugün insanlığı bekleyen en büyük tehlike bir pandemi gibi yayılan dışlayıcı ırkçı faşizmdir. Bu bazen Netanyahu kimliğinde bir soykırımcı olarak, bazen Wilders kimliğinde bir İslam ve yabancı düşmanı olarak, bazen Trump kimliğinde bir yeni sömürgeci olarak kendini gösterir. İkinci Dünya Savaşına yol açan zihniyet bütün barbarlığıyla hortlama aşamasına geldi.

Bu en çok da bizim gibi imparatorluk bakiyesi olması dolayısıyla farklı etnik ve mezhebi kimlikleri bünyesinde barındıran toplumlar ve devletler için geçerlidir. Tarihdaşlığa ve vatanperverliğe dayalı kültür milliyetçiliği birleştirir, dışlayıcılığa ve ötekileştirmeye dayalı faşist zihniyet çarpıştırır, savaştırır. Kendi ifadesiyle “MOSSAD’cılarla görüşmüş olabilir miyim? Tabii görüşmüş olabilirim, toplantılara geliyorlar ve mesela askeri istihbaratın, İsrail askeri istihbaratının şefi tuğgeneral geldi bir brifing verdi” diyen bu zihniyete sahip birisi tekrar bize saldırmaya başladı. Kendisi MHP’den iki kez, İYİ Parti’den bir kez ihraç edilen bu zat bizim Cumhurbaşkanının davetine icabet etmemiz dolayısıyla bize dönüp “sizde hiç utanma yok mu?” diyerek siyasi ahlak dersi vermeye kalkıyor. Esas utanması gereken biri varsa o da kendi ifadesiyle yabancı istihbarat birimlerinden brifing aldığını itiraf eden kendisidir. Türk siyaseti böyle bir utanmazlık, böyle bir aymazlık görmedi. Şu ana kadar hiçbir siyasetçi böyle bir cürüm işlemedi. Ayrıca onun brifing aldım dediği 28 Şubat döneminde brifingin ne anlama geldiğini herkes bilir. Aynı dönemde 28 Şubatçılar İsrail’de brifing alır, sonra gelir burada yargı ve üniversite mensuplarına brifing verirlerdi. Ey brifingci provokatör! Seni ciddiye aldığımı sanma! Ben sadece senin akıtmakta olduğun bölücü zehir konusunda milletimi ve gençliği uyarma görevini yerine getiriyorum! Gençlerimize ve vatanperverliğinden hiç şüphe etmediğim milliyetçi düşünce ve siyaset çevrelerine sesleniyorum! Bu faşist zihin asla Türk dostu değildir; Kürt ve Arap düşmanıdır!

İşte ben soyu Türkmen, boyu Oğuz, şanı Yörük, adı Hoca Ahmet Yesevi’den mülhem Ahmed-i Sani olan bir Türk olarak söylüyorum: İsrail’in bölgeyi kana bulamak için her tür etnik ve mezhebi ayrımcılığı körüklediği bu dönemde kim Türkiye’de Kürt ve Arap düşmanlığı yapıyorsa Türk’ün değil İsrail’in dostudur! Aynı şekilde diğer bölge ülkelerinde kim Türk düşmanlığı yapıyorsa Kürdün ya da Arabın dostu değil, İsrail’in dostudur! Bunu biz I. Dünya Savaşında gördük! Osmanlı’yı parçalayıp bölge haklarını ailelerine kadar bölen Skes-Pycot haritasının mimarı İngiliz Mark Sykes’in bu harita detaylarını daha sonra 1920’de Filistin’de İngiliz manda yönetiminin başına gelen Siyonist Herbert Samuel’den almıştı. Bugün Siyonist yayılmayı İsrail’in resmi stratejisi olarak ilan eden soykırımcı Netanyahu aynı idealler çerçevesinde neokonların Büyük Ortadoğu Projesinin bir devamı olarak Trump desteğinde bölge haritasını bir kez daha bölme peşindedir. Bu brifingci provokatörün mülteci karşıtlığını bir Arap nefretine dönüştürme çabasının arkasında bu plan yatmaktaydı. O günlerde bu tuzağa düşülmüş olsaydı bugün başta Dışişleri Bakanı olmak üzere Suriye kabinesinin çoğu Türkçe konuşuyor olmayacak, Halep’ten Şam’a, Lazkiye’den Deyruzzur’a uzanan her şehirde, her köyde ve her sokakta Türkiye sevgisi yayılmayacak; Türkiye kendilerini kovduğu için nefretle anılan bir ülke olacaktı. Geçtiğimiz günlerde konferans için Kayseri’ye gittiğimde oarda görüştüğüm herkes “bu brifingci provokatör tahrik edene kadar şehirde hiçbir sorun yoktu”dedi. Birileri bölge hakları düşmanlık tohumları ekmeye çalışırken biz bu fitneye karşı Türk-Kürt-Arap ittifakını savunmaya devam edeceğiz. Terörsüz Türkiye projesine verdiğimiz destek de bu bölge vizyonuna dayanmaktadır. Emin olunuz bu kiraya verilmiş kafanın Türk Dünyası diye de bir derdi yoktur.

Onlar 28 Şubat döneminde İsrail generallerinden brifing alırken ben Türkiye-merkezli Stratejik Derinlik doktrinini yazmakla meşguldüm: Onlar brifinglerde öğrendiklerini uygulyarak Ordaoğu halklarını brirbirne düşman kılmaya çalışırken ben

 - Tanrı dağlarının eteklerinde Issık Göl’de 103 Türk boyunu biraraya getirerek Kıgızistan iç savaşını bitiriyordum,

- Türk Devletleri Teşkilatını kuruyordum,

 - Cengiz Dağcı’nın mübarek cenazesini "Badem Dalına Asılı Bebeklerde" anlattığı babasının köyüne götürüyordum,

- Afganistan Horasanında çatışmalar arasında Türkmen ve Özbek boylarının yaşadığı Cevizcan ve Şibirgan’da okullar yaptırıyordum,

 - Doğu Türkistan’da Kaşgar ve Urumçi’de Uygur kardeşlerimle kucaklaşıyordum;

- Türk Dünyasının yetim çocukları Gagavuz Türklerinin sularını getiriyordum;

 - Alacakaranlıkta Kerkük’ü yarım asır sonra giden ilk Türk Dışişleri Bakanı olarak ziyaret edip “Altın Hızma Mülayim” türküsüyle karşılanıyordum.

- Evlad-ı Fatihan diyarı Balkanları köy köy dolaşarak ecdat eserlerini ayağa kaldırıyor, her Türk evine Kuran-ı Azimüşşan, Albayrak ve Türkçe sözlük dağıtıyordum.

 - İç savaşın ateş çemberinde Suriye Türkmenlerine kucak açıyor, Ahıska Türklerine bulundukları her yerde sahip çıkıyordum. Biz sözde değil özde Hoca Ahmed Yesevinin yolununn yolcusuyuz ki o Pir-i Türkistandır, Ahmed-i Sanidir. Niye Ahmed-i Sani ikinci Ahmeddir bilir misin ey brifingci provokatör? Çünkü Ahmed-i Evvel olan Hz. Peygamberi Türk boylarına tanıtan, onu sünnetini yayan Pir-i Türkistandır da ondan. Bak onun yolunun yolcusu, sünnetinin takipçisi olduğu Ahmed-i Evvel yani Hz. Peygamber Veda Hutbesinde ne diyor? “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, Ondan en çok korkanınızdır."

Özetle brifingci provokatör; Bu arada Avukat davayı kazanmak için savunma yapar, sen davayı kaybetmişsin , yasal vekalet ücretini ödemişsin geç bunları. Kendi ağzınla televizyon programında , Rus, İran, Suriye ve İsrail istihbaratları ile görüştüğünü söylüyorsun. Sen akademisyen bir politikacısın , sivil bir vatandaşsın. Hangi ilişkilerler sayesinde bu istihbarat örgütleri ile görüşme yapıyorsun. Seninle kara kaşın kara gözün içim mi görüşüyorlar? Mossad bana brifing verdi diyorsun ? Mossad nezdinde bu itibarı nasıl kazandın anlat da anlayalım. Gençlerin milli duygularını senin gibi kafatasçı bir faşistin sömürmesine izin vermeyiz. Türk gençliğini senin siyonist kaynaklı faşist hezeyanlarına teslim etmeyiz. Gerçek milliyetçiler biziz, soyumuz da , inancımızda belli. Ama senin ne olduğun belli değil. Çok uzatmaya gerek yok, 2023 seçimlerinde kendini nasıl pazarlamaya çalıştığını cümle alem biliyor. Benimle televizyonda tartışacakmış? Hadi ordan ! Bizim derdimiz milletimiz senin hezeyanlarına ayıracak dakikamız yok. Değerli Kardeşlerim, İkinci devrim Ahlak Devrimidir. Ahlaki değerlerini kaybetmiş bir toplumun düzeni olmaz, ailesi olmaz, komşuluk hukuku olmaz, geçmişi olmaz, geleceği olmaz. Bugün ürkütücü bir ahlaki çöküş yaşıyoruz! Aile yapımız sarsılmış, yolsuzluklar sistemik bir nitelik kazanarak devletin ve siyasetin kılcal damarlarına kadar yayılmış, kumar ve uyuşturucu belası her yere girmiş, “hakem” ünvanı taşıyarak centimenlik alanı olarak görülen sporu bahis alanına çevirenler türemiştir. Ahlaki devrimin olmazsa olmaz ilkesi şudur: Ahlakçı değil ahlaklı ol! Kendileri yolsuzluk bataklığına batmış olanlar kşimseye ahlak dersi veremez. Ne buyuruyor Rabbimiz ilahi kelamında: “Szi insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?”

Bugün iktidar sahipleri tam da bu hitaba muhatap durumdalar. Başkalarına karşı kılıcı keskin olup kendilerine ve taraftarlarına çakı bile gösteremeyenler ahlaki devrimi yapamazlar! Madem ki ilahi rehberliğimiz bizlere “emanete riayeti” emretmiştir; madem ki bizler “Kızım Fatıma dahi olsa” hadisi şerifini hayatlarında şiar edinenlerin takipçileriyiz; o halde sadece ahlakçı bir söylemle değil, doğru bir sistem ve ahlaklı pratik içinde olmakla da yükümlüyüz. Bu minvaldeki yeni önerimiz 3-5 yıl gibi bir geçici süreyle “yolsuzluk ihtisas mahkemeleri”nin kurulmalı; en tecrübeli hukukçulardan oluşan bağımsız heyetlerle iktidar-muhalefet ayrımı gözetmeksizin dosyaların görülmeli; beytülmale uzanan eller kime ait olursa olsun kırılmalıdır. Zihniyet ve ahlak temelinde yükselecek üçüncü devrim Adalet ve Hukuk Devrimidir. Hukuk bilincimizin şiarı “Herkes İçin Adalet!” olmalıdır. Bu meyanda, miladi süreçlerden geçtiğimiz bugünlerde siyasi kimliklerinden ötürü halen cezaevlerinde olan Demirtaş gibi siyasi liderler ve aktörler de, KHK’larla sivil ölümlere mahkum edilmiş insanlarımız da bu adaletten nasibini almalıdır. Zaten hukukun üzerinden siyasetin eli çekildiğinde ve hukuk; siyasi kriterlerin değil evrensel bir adalet anlayışının hizmetkarı kılındığında müthiş bir toplumsal sinerji ve eşitlik hissinin yaratılacağı izahtan varestedir. Dördüncüsü üretim odaklı dönüşüm ve gelir adaletini hedefleyen bir sosyo-ekonomik devrimdir. İnanın hiç zor değil. Amerika’yı yeniden keşfetmeye de hacet yok. Mesela 2014 yılı yapısal dönüşüm paketinin hayata geçirilmesinin yaratacağı sinerji inanın bugünkü kayıplarımızla bile kişi başına geliri 30 bin dolar düzeyine çıkarabilir. Bunun için ekonomiye sadece yurtdışındaki finansal kuruluşlardan aferin almaya dayalı bir finans gözlüğüyle bakanlar sosyo-ekonomik devrimi gerçekleştiremezler. Evet finans son derece önemlidir ama bütüncül ekonominin bir parçasıdır. Bütüncül ekonomi de toplumsal düzenin bir parçasıdır. Bakın sayın Maliye Bakanının 2023 Haziranında görevi devralmasından bu yana finans göstergelerini düzeltmek ve enfalsyonu düşürmek için kemer sıkma politikasıyla milletin ümüğüne basıldı; netice ne peki?

2023 Haziran’ında enflasyon %38.21; bugün TÜİK’e göre %32.82, ITO’ya göre %40.84! ENAG’ı zikretmiyorum bile! Peki biz bu dayağı iki yıldır niye yedik? Tarım ve sanayi üretimi durmuş, faiz politikaları ve Kur Korumalı Mevduat gibi ucubelerle vahşi bir servet transferi yapılmış; emekli, işçi, çiftçi, memur ve esnaf en temel ihtiyaçlarıyla filesini doldurmaz hale gelmiş! Bakın 2002’de asgari ücretle 7 çeyrek altın alınırken bugün 2 buçuk altın bile alamıyorsunuz. Emekli, 2002’de maaşıyla 8 çeyrek altın alırken bugün 2 çeyrek altın dahi alamıyor. Memleketin geldiği hal bu! Millet mahalle bakkalından veresiye ekmek, makarna alır hale gelmiş. Aile Yılında muhtaç sayısı 18 milyona varmış “Kızımı okuldan almak zorunda kaldım” diyen babanın ikinci cümlesi, “eğitim yardımını kestiler”!! Şu acı tabloya bakar mısınız ey muktedirler! Bir babanın eğitimden aldığı kızına üzülmesi bir yanda, çektiği maddi sıkıntılardan ötürü kızının eğitimsiz kalmasından ziyade küçücük eğitim parasının kesilmesini dert etmesi sizlere bir şey anlatmıyor mu? Yoksa o lüks makam araçlarının siyah camlarından ötürü memleketin halini göremez mi oldunuz? Arkadaşlar tablo vahim! Bütçe açıkları son 8 yılda 50 katın üzerinde artış gösterdi. Halihazırda faize günlük 5.5 milyar ödüyoruz. Bu rakam 2026 yılında 7.5 milyar olarak hesaplanıyor. Faiz yükü tam 2.7 trilyon. Cebimizdeki ve devletin kasasındaki her 100 liranın 21 lirası faize gidecek ki yoksullaşmanın boyutu da buna bağlı olarak tam bir felaket. Geniş tanımlı işsiz sayısı 13 milyonu aştı. Vergi ve enflasyonun ücretlerde yarattığı toplam kayıp 1,5 trilyona yaklaştı! Yılın ilk dokuz ayında ortalama işçi ücretinin birikimli kaybı 80 bin liraya dayandı! Asgari ücretlinin aldığı maaş 28 binlere dayanmış olan açlık sınırının çok altında. Emekli zaten perişan halde. 2002’de asgari ücretten çok daha fazla bir maaş alırken, bugün maaşlar iyiden iyiye sadakaya dönüşmüş halde.

Çıktığımız sosyal medya kanallarında bize asgari ücret tahmini soruyorlar. Bunu söylemek kolay. 40 bin de dersiniz 50 bin de. Peki bir zam yaptığınızda iki kesimden birinin mutlu olması gerekir değil mi? Biri alacak, işveren de verecek. Ama bu ekonomik koşullarda ikisi de mağdur olacak. Konuştuğum insaflı işadamları “asgari ücretle işçinin geçinmesi çok zor ama bize göre de çok yüksek” diye neredeyse ağlayarak şikayet ediyorlar. Yani ne işçi memnun, ne de sanayici o asgari ücreti ödeyebilecek seviyede. Enflasyonu kontrol etmeden, gelir adaletini sağlamadan çözüm üretmek zor. Belki refah payı verirseniz, sanayici de geri kalan maliyeti ödeyebilir. Biz 2016’da bakın ne yaptık? Asgari ücreti enflasyonun 5 katı düzeyinde artırdık. Yüzde 30 zam yaptık. O zaman da bize “sanayi durur vs” dediler. Ama biz ne yaptık? O maliyeti yarı yarıya özel sektörle paylaştık. Bir anda asgari ücret Avrupa ortalamasına geldi. Finansal endikatörler önemlidir ama herşey demek değildir. Finansal endikatörler adına halkı ezemezsiniz. Şu anda kısmen düzeldi ama halk inim inim inliyor, ezdikçe ezdiler! Bizim 2016’da dolar bazında verdiğimize bakarsanız bugün en az 40 bin tl seviyesinde verilmesi gerekiyor ama bugün sanayici buna haklı olarak isyan eder. O halde devletle özel sektör bu işi paylaşmalı. Hazine Maliye Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı oturup bu işe kafa yormalı, bu dengeyi sağlamalı. “Peki kaynağı nereden bulacağız?” diye sorarlarsa da, “kaynağı nerede harcadıysanız oradan bulacaksınız” diyeceğiz. 2016’da yolsuzluklar yoktu, Kara para yoktu. Kaynaklar boldu. Rant ekonomisinden üretim ekonomisine geçmeden hiçbir ücretin anlamı yoktur. Yani asgari ücreti 50 bin de yapsanız; etiketler kaşıkla verip kepçeyle alma misali yine halkın belini bükecek. Değerli Arkadaşlar! Bu şartlarda finansal ayakla sınırlı reformlardan bahsedemeyiz! Tam ve gerçek anlamda bir üretim ve gelir adaleti devrimi şarttır! Bunun için yol haritamız şudur: Doğru/Adil Vergi düzeni, kamuda tasarruf, denk bütçe, teşvik sisteminin kökten değişimi, teknolojiistihdam dönüşümü ve tarım-sanayi entegrasyonunun sağlanmasıdır. Beşinci devrim devletin ve siyasetin kurumsal yapısı ile ilgilidir.

Size bir soru soracağım: Bugün herkes neden Cumhurbaşkanlığına şahsen heveslenmektedir de bir devlet adamları kadrosu düşünmemektedir, çünkü CHS Cumhurbaşkanlığına öyle bir güç vermiştir ki herkes o gücün peşinde koşuyor; bir kez oraya geleyim sonra bakarız diyor. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi en çok savunduğunu iddia edenler bile ağzına almıyor, çünkü bu sistem belli bir güçler dengesini kendi içinde barındırıyor. Bakınız, CHS sonrasında hiçbir yeni siyasetçi öne çıkamıyor, çıkan da hemen aşağıya çekiliyor. Bakınız 3 Kasım 2002’de iktidara gelen AK Parti 2018’e kadar iddialı siyasetçilerle yükseldi, sonrasında ise “cumhurbaşkanımızın tensipleri ile” diyerek sorumluluğu Cumhurbaşkanına yükleyen idare-i maslahatçıların elinde daraldıkça daraldı; ülkeyi de daralttı. Evet, siyasetin anlamını ve alanını genişletecek olan tam ve güçlendirilmiş parlamenter sistemi getirmeye kararlıyız. Öte yandan CHS’ne geçişten sonra devlet kurumlarında ciddi bir kapasite daralması, rutinleşme, günü kurtarma kültürü yaşanmaktadır. Hemen hemen her kurumda yaşanan bu yıpranmanın en çarpıcı örneği DPT’nin lağvedilmiş olmasıdır. DPT hem ekonominin kuşbakışı görülmesini sağlıyordu, hem de devlet adamlığı fidanlığı gibi bir misyon üstlenmişti. Sayın Demirel’in, Sayın Özal’ın ve hatta bugün Sayın Erdoğan’ın verimli ve disiplinli çalışan kadrolarına bakın, büyük çoğunluğu DPT kökenlidir. Bugün son gelişmelerden mutlu olan dostlara da telaşa kapılan hasımlara da açık bir mesajım var. Bu belirsizlikte kazanımlarımı ve geleceğimizi ne olacak diye kaygılanan geniş kitleler, hiç merak etmeyin biz burdayız aranızdayız; her zamankinden daha kararlı bir şekilde dimdik Elif gibi ayaktayız; kınayanın kınamasına bakmadan doğru bildiğimizi söylemeye, duruşumuzla örnek olmaya devam edeceğiz! “Siz nerede duruyorsunuz?” diye soranlara da cevabımız açık ve nettir. Öncelikli olarak zihni, ahlaki, hukuki, ekonomik ve kurumsal yenilenmeyi savunan bizler ülkeyi yönetmeye talibiz. Hiç kimseye göre kendimizi ayarlamak durumunda değiliz.

Populizme kökten karşıyız. Alkışlanmak için, beğenilmek için, ya da başka sebeplerle, insanların hoşuna gitsin diye, inanmadıklarımızı söyleyecek ya da inandıklarımız konusunda susacak değiliz. Siyasi hayatımda çok ihanetler gördüm. Bugün benimle birlikte olan, zorluklar ve yokluklar içerisinde hak ve hukuk mücadelesi veren yol arkadaşlarım yokmuş, gelecek ay 6. Yaşına erişecek olan Gelecek Partimiz hiç var olmamış gibi analizler yapmayı bırakın. Çok zor şartlar altında kurduğumuz partimiz ve partililerimiz ile bir yere gittiğimiz yok. Elhamdülillah dimdik ayaktayiz. Buradayız. Siyasi ortaklarımız Saadet ve Deva Partileri ile birlikte, bu iki kutuplu siyaseti aşacak, populizmin yerine liyakatı, nicelikten önce niteliği, hak ve hukuku, çoğulculuğu, farklılıklara saygıyı, toplumsal barışı ve adaleti tesis edeceğiz. Kimse bizi başkası üzerinden okumasın. Bize husumet kusan çevrelere de son sözümüz şudur: bu ülkeyi, bu milleti ve bu davayı sizin insafınıza bırakmayacak; rövanşizminize kurban vermeyeceğiz! Sizin gibi fesat odaklarının hedefinde olmak bizim azmimizi kırmaz hatta daha da artırır, çünkü biliriz ki “şeytanın defterinde adı olmayanın Rahmanın defterinde de adı olmaz”. Sözlerimizi yeniçeri ocağının bektaşi gülbangı ile bağlayalım: Vakitler hayrola Hayırlar fethola Şerler def ola! Allah’a emanet olunuz!

YORUMLAR

Maksimum karakter sayısına ulaştınız.

Kalan karakter: