Sayın Genel Başkanlar, Değerli Milletvekillerimiz,

Grup Toplantımızı teşrif eden saygıdeğer misafirler, Bizi ekranları başında izleyen aziz vatandaşlarım, Hepinizi saygıyla muhabbetle selamlıyorum. Pazartesi günü Öğretmenler günüydü, dün Kadına Karşı Şiddetle Mücadele günü. Bizleri yetiştiren öğretmenlerimizin ahirete irtihal edenlerini rahmetle anıyor, yaşayanların ellerinden öpüyorum. Bizler öğretmenin ve öğrenmenin değerini onlardan öğrendik.

26 Kas 2025 - 10:24 YAYINLANMA
Sayın Genel Başkanlar, Değerli Milletvekillerimiz,

Değerli meslektaşlarımın Öğretmenler Gününü kutluyorum. Her özel gün bir dert küpü. Neşeyle mutlulukla kutlanması gereken Öğretmenler Günü bir hüzün gününe dönmüş durumda. Öğretmenler KPSS mağduru, Öğretmenler mülakat mağduru. Ataması yapılamamış Öğretmenler mesleklerini icra edemiyor, atananlar onurlu geçim şartlarına sahip değil. Bir toplum öğretmenlerine onurlu bir hayat sağlayamıyorsa, öğretmenlerin atanmasında dahi nepotizm ve yolsuzluk varsa, KPSS’de en süt sırlarda yer alan öğretmen adayları dahi mülakatlarda eleniyorsa başka düşman aramayın! Toplum içten içe çöküyor demektir. Öte yandan adı bile utanç vesilesi olan Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Günü. Şiddet artık günlük bir olgu; çeteler sokakları magandaları trafiği sarmış caniler hapishaneleri doldurmuş; ama en affedilmezi kadına karşı şiddet ve taciz olayları. Artık saymayı unuttuk; her haber yüreğimizi dağlıyor. Yeter artık diyoruz, daha acısıyla karşılaşıyoruz. 2025 Aile yılı ilan edildi; ancak bu yılın her günü alenin direği olan kadınlarımızı şiddete kurban veriyorsak da başka düşman aramayalım. Hep söylüyorum ve söylemeye devam edeceğim; artık bir ahlak reformuna değil köklü bir ahlak devrimine ihtiyacımız var. Bunu yapacak olanların kendileri örneklik teşkil etmedikçe halka nasihat etmelerinin hiçbir faydası yoktur. Bu ahlak devrimini gerçekleştirmeye kararlıyız!

Aziz kardeşlerim, Bildiğiniz üzere, geçtiğimiz hafta yine tarihi bir Irak gezisi gerçekleştirdik. Bu sene üçüncüsünü gerçekleştirdiğimiz bu ziyaretlerimizin amacının ne olduğunu hepiniz biliyorsunuz. En başta fiili olarak bölgemize yönelik emperyal hesapların, yeni kaotik fitnelerin de arefesinde bulunmaktayız ve tarih omuzlarımıza büyük sorumluluklar yüklemekte. Gönül coğrafyalarıyla bağlantılı “tarihi bir misyon”umuz var; bundan kaçamayız. Bu misyonun gereğini yapmazsak gelecek nesillere çok daha vahim bir tabloyu miras olarak bırakırız. Daha açıkçası tablo şu: Yepyeni bir Sykes-Picot adına yeni hedeflerle, atomizasyon politikalarıyla sınırların yeniden çizilmeye çalışıldığı bu süreçte, başta Gazze ve Filistin coğrafyası olmak üzere, bölgemiz hem küresel emperyalizmin hem de onun bölgedeki Jandarması olan İsrail’in ciddi tehdidi altında. Irak Kürdistan Bölgesi Başbakanı Mesrur Barzani’nin ev sahipliğinde düzenlenen bu foruma katılmamızın ve bölgede tüm Kürt, Arap, Türkmen, Şii, Sünni çevelerle görüşmeler yapmamızın başat motivasyonu da bu tabloydu. Orada da tüm taraflara ifade ettiğim gibi bizler başkalarının ürettiği gündemlere ve krizlere reaksiyon veren konumda kalmamalı ve yepyeni bir paradigma üretmeliyiz. Paradigmanın özü, aslında son 25 yılın da özetini ifade etmekte. Ben buna Duhok Forumunun başlığı olan “Yönetilen Kaos” yerine “Kozmos” diyorum. Yani düzen ve bütünlük arayışını esas alan bir yaklaşımı benimsememiz gerektiğini vurguluyorum. Çünkü krizi yönetmek sadece günü kurtarır ama geleceğe dair bir vizyonunuz ve bu vizyonu besleyen bir paradigmamız yoksa bir krizden çıkar diğer krize gireriz. Yeni bir zihniyet ve ona dayalı stratejik bir paradigma geliştirebilirsek bu cendereden Kürdü, Türkü, Arabı, Farsı, Şiisi, Alevisi, Sünnisi, Hıristiyanı, Ezidisi, Dürzisi bütün bir coğrafya olarak çıkmamız ve kendi ellerimizle yeni inşai süreçler yaratmamız mümkün hale gelir.

Orada da ifade ettiğim gibi biz bunu kendi Türkiye tecrübemizde yaşadık. “Komşularla sıfır sorun” kavramı da bu yeni paradigmanın ürünüydü. Diplomatik tecrübelerim bana kriz yönetiminin tek başına bir gelecek tasavvuru yaratamayacağını gösterdi. Irak’tan Lübnan’a, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar birçok arabuluculuk sürecinde edindiğim izlenim şudur: Kalıcı barış, ancak bütüncül ve yapıcı bir vizyonla mümkündür. Forumda da sevinerek gördüm ki başta sayın Mesut Barzani olmak üzere bütün konuşmacılar Sykes-Picot düzeninin yarattığı krizlere işaret ettiler. Gerçekten de Sykes-Picot düzeni, yüz yılı aşkın süredir bölgemizde süreksizlik, parçalanma ve güvensizlik üretmeye devam etmektedir. Bu düzen binlerce yıl etkileşim içinde olan Mezopotamya, Anadolu ve Levant hattındaki jeokültürel, jeopolitik ve jeoekonomik etkileşim hatlarını birbirinden kopardı. Tarihi İpek Yolu üzerindeki şehirlerin ekonomik ve kültürel bağlantılarını yok etti. Musul ile Halep’i, Erbil ile Diyarbakır’ı, Gaziantep ile Halep’i, Bağdat ile Şam’ı, Basra ile Beyrut’u yüzyıllarca birbirine bağlayan kültürel, ekonomik ve toplumsal ağlar bu düzenle kesintiye uğradı. Coğrafyanın kendi doğal ritmi bozuldu; şehirler, topluluklar ve akrabalık bağları birbirinden koparıldı. Bugün yaşadığımız birçok sorun, bu tarihsel kopuştan beslenmektedir. Bu kopuşu yalnızca bir ulusal kimlik perspektifinden değil, bütüncül bir jeoekonomik ve jeo-kültürel perspektiften yeniden değerlendirmek zorundayız. Türk, Kürt, Arap, Acem, Sünni, Şii, Hristiyan… Kategorizasyonlarımız ne olursa olsun, bu coğrafyanın tarihsel bütünlüğünü anlamadan barış inşa edilemez. Aziz milletim, Evet, Sykes-Picot değişmeli ama nasıl? Bugün önümüzde ikisi daha çok kaosa yol açacak, biri ise yeni bir düzen vizyonu üretecek üç temel senaryo bulunmaktadır: Bunlardan ilki “Parçalanma” İkincisi “Hegemonya” Üçüncüsü ise “Bölgesel Düzen” Bunlardan ilki “Siyasal Atomizasyon”dur; yani zaten bölgeye giydirlmiş deli gömleği gibi bir haritanın daha da parçalanmasıdır.

Bölgeyi yüz yıldır “böl-yönet” mantığıyla sömüren güçler bugün daha da derin bir Jeopolitik Parçalanma arzuluyorlar. Gazze-Filistin politikası da, Lübnan, Suriye, Irak ve İran üzerine senaryolar da bu hedefi güdüyor. Mesela Suriye’yi 3’e hatta 4’e bölme niyetlerini zaman zaman açık ediyorlar. Ve yine bazı azınlık kesimleri bu atomizasyon politikası çerçevesinde istismar etmenin de planlarını yapıyorlar. Bir ikinci önemli husus “Hegemonik Arayışlar” ki geçmişte de kötü örnekleri görüldü ama şimdi en tehlikelisi cereyan etmekte. Evet İsrail’in Siyonist emelleri ve yayılmacı hedeflerinden söz ediyorum. Netanyahu’nun Filistin Devleti’ni reddederek Batı Şeria ve Gazze’yi ilhak planı, Gazze’de uyguladığı soykırım, Güney Lübnan’dan sonra Güney Suriye’de de fiili bir egemenlik alanı oluşturma planı Levant-Mezopotamya hattında hegemonik bir düzen kurma çabasından başka bir şey değildir. Bu bağlamda geçtiğimiz hafta BM Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen Gazze planı BM düzeni açısından tam bir utanç vesikasıdır, çünkü Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkını, Filistin devletinin varoluşunu tanıyan önceki bütün BM müktesebatı yok sayılmıştır. Ama bölgenin DNA’larını ve dengelerini iyi bilen bir devlet adamı ve aydın olarak şunu söyleyebilirm ki; Sykes-Picot düzenini değiştirmek adına bölgeyi tek taraflı çıkarlarla yeniden şekillendirmeye ve hegemonya kurmaya yönelik her girişim başarısızlığa mahkûmdur. Netanyahu’nun Büyük İsrail projesi de Saddam’ın Kuveyt işgali, Beşar Esad’ın Lübnan politikası gibi iflas etmeye mahkumdur. Lakin unutmamak gerekir ki her hegemonik girişim yalnızca yeni çatışmalar üretir. Hepimizin müteyakkız bir şekilde bütün dikkatimizi her gün farklı şekillerde gelen stratejik manevralara odaklanmak zorundayız. Bir an bile dikkatimizin dağılmaması gerekiyor. Bakın geçen hafta kirli bir pazarlık sergilendi. Geçtiğimiz hafta Gazze ve Ukrayna savaşlarında arka arkaya yaşadığımız gelişmeler uluslararası diplomaside karşılıklı al-verlere dayalı Soğuk Savaş pazarlıklarına tekrar dönülmekte olduğunu gösterdi. Rusya Devlet Başkanı Putin daha önce açıkladığı ilkelerden taviz vererek Trump’ın Filistin Devleti’ne atıf yapmayan Gazze planını 17 Kasım’da BM Güvenlik Konseyinde veto etmedi, Trump da 180 derece çark ederek 21 Kasım’da Putin’in Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne aykırı taleplerini kabul eden bir yeni plan sundu. Her iki planda da ABD’nin ekonomik çıkarları maksimize edilirken Filistin ve Ukrayna halkları bu kirli pazarlığın kurbanı edilmek isteniyor. Gelen tepkiler üzerine şimdi Ukrayna Planı revize edilmeye çalışılıyor, ancak yeterince tepki verilmemesi dolayısıyla Gazze’de sözde ateşkes altında Gazze soykırımı hız kesmeden devam ediyor. Çünkü Gazze sahipsiz, çünkü Gazzeliler yetim!

Bu tablo karşısında tavır almak zorundayız. BM Güvenlik Konseyi Daimi üyeliği statüsünü BM’in temel ilkelerini çiğneyecek oportünist bir tavırla kullanmanın önüne geçilmedikçe uluslararası düzen kurulamaz. Kıta ve bölge politikalarından öncü role sahip ülkeler BMGK daimi üyelerinin bu fırsatçı tutumunun kurbanı olmamak için biraraya gelerek karşı bir denge oluşturmalıdır! Mesela AB-İKÖ ortak zirvesi için girişimde bulunulmalı, ayrıca Filistin Devleti’ni tanıyan ve Gazze soykırımına karşı çıkan ülkelerle bir istişare mekanizması kurulmalıdır. Ayrıca yeni bir bölgesel düzene öncülük edilmelidir. Peki bizim bölgesel çözümümüz ne olmalıdır? Çözüm; varolan sınırlara saygı temelinde Jeopolitik, Jeo-ekonomik ve Jeokültürel Bütünleşme dediğimiz “Kaosa karşı Kozmos”tur; bölgesel düzendir. Gerçek çözüm, bölge haklarının ortak iradesi ile bölgesel bütünleşmenin güçlendirilmesi ve tarihsel ağların yeniden canlandırılmasıdır. Ortak jeopolitik güvenlik, jeo-ekonomik entegrasyon ve jeo-kültürel etkileşim temelinde karşılıklı saygı ve kapsayıcılık üzerine kurulu yeni bir bölgesel düzen inşa edilmelidir. Basra’dan Doğu Akdeniz’e, Duhok’tan Halep’e, Musul’dan Diyarbakır’a uzanan bütün ekonomik damarların yeniden bağlanması, barışın en sağlam temeli olacaktır. Bu nedenle kapsayıcılık, yalnızca bir siyasi tercih değil, bölgenin geleceği için zorunlu bir ilkedir. Türkiye, Irak, Suriye, İran… Bütün halklar ancak eşitlik temelinde bir araya geldikleri takdirde hegemonik güçlerin manipülasyonundan kurtulabilir.

Irak’taki Forum’daki son mesajım da buna yönelik oldu. Tüm liderlere ve halklara dedim ki; gelecek yıl bu formun başlığı “Ortadoğu’da Kaosu Yönetmek” değil, “Ortadoğu’da Yeni Düzeni İnşa Etmek” olmalıdır. Evet kardeşlerim, hiç bitmeyen, bizi zayıflatan, içimize çökerten bitimsiz kaosları yönetmekten çıkıp, birlikte ortak bir düzeni inşa etmemiz gerekmekte! O yüzden de sayın Bahçeli’nin öncülüğünde başlayan ve birazdan değineceğim bazı eleştirilerimiz olsa da aynı heyecanla devam ettiğini düşündüğüm “Terörsüz Türkiye” hedefini “Terörsüz Türkiye ve Terörden Arınmış Bölge” olarak betimleme ihtiyacı hissetmiştim. Yani “ya hep ya hiç” arkadaşlar! Bu gerçeği görmekle yükümlüyüz! Sayın Bahçeli’nin gövdesini taşın altına koyduğunu ifade ettiği bağlam ile bu çizdiğim tablo birebir içiçedir. Bütün AK Partili, MHP’li, DEM Partili ve bütün muhalefete gönül vermiş kardeşlerime, 86 milyona seslenmek istiyorum ki böylesi bir miladi süreçten geçtiğimizi görmemiz gerekiyor! Elbette bunun içinde riskler ve tehditler de var ama yepyeni fırsatlar ve çözüm reçeteleri de var. Konuşmamın başından bu yana anlatmaya gayret ettiğim husus, her şeye rağmen hep birlikte elimizi de gövdemizi de 86 milyonun ve dahi yüzmilyonlarla ifade edilen bütün bir bölge halkının büyük umutlarla beklediği bu süreci hitama erdirmeye harcamalıyız. Artık yitip giden canlara, daha fazla ananın gözyaşlarına, trilyonlarca liralık maddi kayıplara ne Türkiye’nin ne de bölgenin tahammülü yoktur. O yüzden bizler de detaylara, eksiklere, geçmişin kötü anılarına saplanmadan, endişeyi tereddütlerle birleştirip ayak sürümeden cesur bir şekilde sürecin devamı ve ivmelenmesi için gayret sarfetmeliyiz. Geçtiğimiz hafta aslında olmasını hiç arzu etmediğimiz bir “İmralı Sancısı” yaşadık.

Ama en başından ifade edeyim ki bizim usulde de esasta da zihnimiz açık ve berrak. Hepimizin hedefi belli. Terörden arınmış bir Türkiye ve bölge. Asla ayak sürümüyoruz, asla topu taca atmıyoruz. “Ortadoğu’da Yepyeni Bir Düzen Kurmalıyız” diyen bir Davutoğlu olarak kimse bizden bunu beklememelidir, bekleyemez! Lakin bu hedef yürürken, azami dikkat gösterilmesi gereken hususlar da vardır ki bunların başında da toplumsal mutabakat ve siyasal mutabakat gelmektedir. Mademki hedeflerimiz gündelik siyasi hesapların çok üstünde; ki zaten öyle olmalıdır; o halde toplumsal psikolojinin sürece hazırlığı da, ortak istişari kanalların ve katılımın hiçbir dayatmaya mahal vermeden işlemesi de değerlidir. Ben bunları söylüyorum ama bu sorumluluk en fazla iktidar kanadının üstünde! Eğer az evvel çizdiğim büyük resmin farkındaysak -ki ben öyle olduğundan zerre şüphe etmiyorum- o halde buna uygun adımlar atılması gerekmekte. Bundan olayı; iktidar ve muhalefet arasında sağlıklı bir diyalog kanalı sürekli açık tutulmalı. Ve süreç bugünkünden daha hızlı işlemeli ki; araya fitneciler, kaostan beslenenler, dar kalıplarla meseleye bakıp, vizyonsuzluklarını toplumsal iradenin kirletilmesi yönünde harekete geçirenlerin eli güçlenmesin. İyi niyetli olanların eli-kolu güçlensin, daha fazla vakit kaybedilmeden hedeflere yürünsün. Pek yakından takip ettik ki sayın Bahçeli’nin ısrarlı takibiyle ve daha sonra sayın Erdoğan’ın da sürece aktif katılımıyla süreçte bir yere kadar gelindi. Ancak son iki aydır komisyonun önünde çok önemli dosyalar varken, yani yasal hazırlıklar yapılması gerekirken, yani komisyonla birlikte topluma bu sürecin mal edilmesi gerekirken konu neredeyse tamamıyla İmralı ziyaretine indirgendi. Hiç kimsenin Öcalan’ın komisyonca dinlenmesine itiraz ettiğini düşünmüyorum. En azından komisyonda hemen herkes buna olumlu görüş beyan etti. Ancak usul önemli, usulün yönetilmesi önemli, sürecin yönetilmesi önemli, kriz olmasının engellenmesi önemli.

Meseleyi sadece AK Parti-MHP-DEM üçgeninde tutma tercihi görüntüsü bize kazandırmaz, kaybettirir. Buradan çıkmamız gerekmekte. Öte yandan, “İktidar bizi tuzağa çekmeye çalışıyor, riski kucağımıza bırakıyor” eleştirilerine de katılmadığımı belirtmek isterim. Nedir bu kucağa bırakılan risk sormak isterim. Zaten hepimiz elimizi gövdemizi taşın altına koymaya aday olmalıyız. Kafa konforlarından çıkıp gözümüzü ufka dikmeliyiz. Mesele risk ise en büyük riski alan sayın Bahçeli değil midir? Ama gerçek şu ki, eğer ortada alınan bir risk varsa, -ki risk almadan hiçbir krizi yönetemez ve hitama erdiremezsiniz; nitekim bizlerde 2000’li yıllardan başlamak üzere bu konuda yeter tecrübeye sahibiz. O riskleri almanın ve gerektiğinde bedel ödemenin ne demek olduğunu iyi biliriz; bu açıdan bir kez daha sayın Bahçeli’yi huzurlarınızda tebrik etmek istiyorum. Tabi ki iktidarın da son seçimler öncesinde masanın yedinci ayağı, teröristlerle işbirliği şeklinde yaptıkları iftiralar ve saldırılar konusunda bir özeleştiri yapması şart! Ama onlar bu erdemi göstermeseler bile biz geçmişe değil geleceğe odaklanmalı, polemiğin değil çözümün ve vizyonun safında yer almalıyız! Öte yandan ülkedeki otoriterleşmeyi, demokrasi ve hukuk sorunlarını bu sürecin karşı terazisine koymayı da doğru bulmadığımın da altını çizmek istiyorum. Düşüncem o ki, aksine, sürecin doğru yönetimi zamanla bu alanlarda gelişmeler sağlayabilir. Yani tam tersinden demokratikleşme ve hukuk devleti yolunda, kaldıracağımız barikatlarla ülkenin önü açılabilir. Bu, sembolik adımlarla başlar, bilahare yasal ve anayasal zeminlerle güçlendirilir, hukuk mekanizmalarıyla kavi hale getirilebilir. O yüzden, bu miladi sürecin karşısına çok kısa zamanda sonuçlanması muhtemel olmayan beklentileri bir barikat gibi ifade etmemeliyiz. “O olmazsa bu da olmaz” cümleleri kurmaktan ve toplumu demoralize etmekten imtina etmeliyiz.

Komisyon’da geçen hafta yaşananlara geçmeden evvel bu komisyonun tarihi önemine dair de şu hususların altını kalınca çizme ihtiyacı hissetmekteyim: Arkadaşlar, Türkiye nice vesayet dönemleri yaşadı. O askeri vesayet yapısı altında dahi evet devlet ve hükümetler istihbarat ve güvenlik bürokrasisi üzerinden İmralı ile de Kandil ile de görüştü. Şimdilerde de bu görüşmeler zaten devam etmekte. Lakin topu sürekli bu kurumlara atarak; “zaten görüşüyorlar” diyerek bu sivil komisyonun aldığı tarihi misyonu gölgelememeli, önemini azaltmamalıyız. Komisyonun bizzat kendisi de üstlendiği bu sorumluluğun farkında olmalı. Gazi Meclis İstiklal Harbi dönemlerinde de nice sorumluluklar üstlendi; geçmiş çözüm süreçlerinde de hem Meclis hem sivil toplum üzerine düşeni layıkıyla getirdi. Komisyonun misyonu çok ama çok önemlidir. Bu misyonu hem iktidar hem muhalefet kanatları genişletmek için çaba göstermelidir; daraltmak için değil. O yüzden geçen hafta komisyon toplantısı öncesinde CHP’nin komisyona katılmaması ihtimali önümüze geldiğinde biz komisyon üyelerimize şu teklifi komisyona getirmelerini söyledik: Gidin ve komisyona bu sürecin bir kutuplaşmaya dönüp esası etkilememesi için SEGBİS üzerinden Öcalan’ın komisyonun tümüne hitap etmesi, sadece üç ya da beş kişiye değil elli bir kişiye hitap etmesi, elli bir kişiyle diyalog içinde olmasını daha doğru olacağını, bunun bütün bu krizi aşmakta faydalı olacağını vurguladık. Getirdiğimiz önerge beş parti tarafından da desteklendi. Bu partilerden ikisi yani HÜDAPAR ve DSP Cumhur İttifakı’nda, diğer ikisi de TİP ve EMEP DEM bileşenleri arasında, DP ise Altılı Masada birlikte olduğumuz bir partiydi. Gerçekten bir mutabakat mümkün olabilirdi. Olmadı, iktidar kendi düşüncesinde ısrar etti. Evet, eğer İmralı ziyareti en başında düzgün planlansa ve tartışma toplumsal katmanlara yayılmadan suhuletle aşılabilseydi bu süreçte muhtemelen bu olumsuzluklar da yaşanmayacaktı. İmralı’ya sadece üç partinin temsilci göndereceği ve bir kutuplaşma ortaya çıkacağı anlaşılınca bu kez yeni bir teklifi gündeme getirdik. Mademki iki önerge vardı ve mademki bu iki önerge iki kanat tarafından da farklı şekillerde benimsenmişti, gelin birlikte bir çözüm bulalım dedik!

AK Parti-MHP-DEM temsilcilerinden oluşan bu heyet İmralı’ya gitsin, görüşmelerini yapsınlar, tutanakları tutsunlar, TBMM’ye sunulmak üzere raporları hazırlasınlar. Ama bu görüşme bittikten hemen sonra, yani bu görüşme bittiğinde, yine o heyet oradayken SEGBİS üzerinden komisyona bağlanılsın ve SEGBİS üzerinden Öcalan toplumumuzu rahatlatacak ve gerçek niyetini ortaya koyacak, aynı zamanda örgütün bütün unsurlarına talimat niteliğindeki mesajlarını tek tek versin dedik! TBMM’nin bütün partilerine hitap ederek şu çağrıları yapsın ve toplumdaki kaygıları gidersin dedik! “Biz Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesini değil bütünlüğünü savunuyoruz.” desin “Biz Türkiye’de demokratik bir düzen inşa etmek istiyoruz” desin “Hiç kimse Türkleri ve Kürtleri birbirinden ayıramaz, koparamaz.” desin “Başta Suriye olmak üzere bölgemizdeki bütün Kürtlere de sesleniyorum, Türkiye sizin düşmanınız değil, siz de sizi Türkiye’ye düşman kılmaya çalışanların izinden gitmeyin, hiçbir küresel gücün piyonu olmayın” desin. Yani “Türkiye Cumhuriyeti bizim ortak devletimizdir ve herhangi bir emperyal gücün bölgede hakim olması karşısında bütün Kürtler Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte hareket etmelidir” desin. Yani “Özellikle Gazze soykırımından sonra İsrail’in yayılmacı politikaları karşısında hiç kimsenin Kürtleri istismar etmesine izin verilmemeli ve Kürtler Türkiye’yle birlikte geleceğe yürümeli” desin. Suriye’deki taraflara net mesajlarını iletsin ve Suriye’de birlik ve entegrasyona her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunu ortaya koysun. dedik İşte o zaman hem iktidarın İmralı ziyareti gerçekleşmiş olur hem de elli bir kişilik komisyona, içinde bu sürece muhalefet edenlerin de bulunduğu komisyona ve komisyon üzerinden de Türkiye’ye doğru mesajlar verilmiş olurdu. Aksi takdirde İmralı’da kapalı kapılar ardında verilen mesajlar aynı etkiyi yapmayacaktı. Ancak şimdi bunlar geride kaldı. Şimdi komisyonun da hepimizin de yapılması gereken düzenlemelere ve atılması gereken adımlara odaklanmamız şart!

Ana muhalefet partisine de sesleniyorum: Sizin zorluklarınızı anlıyorum, ama siz de geçmiş tartışmaları bir kenara bırakarak sürece aktif katkı yapmaya devam edin. Başta hukuki sorunlar olmak üzere diğer ihtilaf konularını yine tartışmaya devam ederiz. Ama Türkiye’nin de geleceği, Ortadoğu’nun da geleceği, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Acemlerin de geleceği hepimizin omuzlarında. Önce biz Türkiye’de bunu başaralım. Son ziyaretimde Kuzey Irak’ta gördüğüm gibi, Irak’ta gördüğüm gibi bütün bölgede kucaklaşacak vakit gelecektir. Ve o bölgenin insanı inanın büyük ümitlerle gözünü Türkiye’deki bu sürece çevirmiş durumda. Şartlar ne olursa olsun bir kez daha teyiden ifade etmek isterim: Türkiye’yi terörden arındıracak ve insan haklarına dayalı demokratik bir düzenin oluşmasını sağlayacak her girişimin yanında yer alacağız. Asla çekimser, kararsız, mütereddit değil; her zaman bütün bu sürecin öncüsü olacak ve darboğazların açılmasına katkıda bulunacağız. Değerli kardeşlerim; Bir taraftan bu stratejik konularla uğraşırken diğer taraftan halkın her geçen gün artan feryadına kulak vermek ve bu feryadın sözcüsü olmak zorundayız! Biz ülkeyi terörden arındırmaya çalışırken yeni terör türleri ve örgütlenmeleri ortaya çıkıyor! Şimdi de toplumu kasıp kavuran Gıda Terörü var! Ülkenin her yerinden zehirlenme haberleri geliyor! İstanbul’da bir aile bu terörün kurbanı oldu! Bebek katilleri diyorduk ya işte küçücük yavrular gıda terörünün kurbanı oldular! Hiç kimse de sorumluluk üstlenmiyor! İsyan ederek haykırıyorum! Neden, neden neden her yer dökülüyor, sistem bütünüyle neden çöküyor? Sebebini söyleyeyim, referans değerlerimiz iktidar eliyle yok ediliyor, kurumların refleks kabiliyeti kalmamış, denetimsizlik almış başını gitmiş, sorumluluk bilinci yok olmuş!

Eğer kırmızı et altın gibi nadir bulunan meta haline gelmişse tabi ki gıda teröristleri bunu istismar ederek halkı zehirler! İşte bakın bunların rant siyasetleri yüzünden et fiyatları ne hale geldi. 5 yılda kıymanın fiyatı tam 12 kat arttı. O da kıymayı 600 liradan hesaplarsanız. Var mı şu an 600 liraya kıyma bulabilen soruyorum. 700-800 liradan aşağı kıyma bulabilen var mı? 2020 yılında 50 lira olan kıyma bugün 700-800 lira. 5 yıl önce 60 lira olan koyun eti olmuş 1600 lira. Tam 26 kat artmış! Neden olmuş bütün bunlar? İki sebepten! Biri kötü ekonomi yönetimi; diğeri de bunun sosu olan rant çılgınlığı! Bir 5 milyon çiftçiye verdikleri desteğe bakın bir de Canlı Et ithaline harcadıkları paralara. Taa Uruguaylardan buralara hayvan taşıyorlar. Milleti ucuz et kuyruklarına mahkum ederken, ucuz etler de gıda baronlarının kasasına istifleniyor. Etin, bu baronlara kilosu 175 liradan verildiğini biliyor muydunuz? Bu yıl 3 milyarı geçen bir ithalat rejimi uyguladılar. Neredeyse 130 milyarlara uzanan bir harcama yaptılar milletin kasasından. Yahu madem ki kasada buna ayırdığınız bir meblağ var; adam gibi bir strateji ve planlamayla, bu paranın çiftçiye, besiciye akmasını sağlasanıza. Kur Şokları, Yem maliyetlerinin artışı, ithalata bağımlılık, üretimdeki gerileme! İşte size bu kara düzenin yarattığı sistemik bir iflas! Canlı Et İthalat Lobisinin ülkenin hazinesine, milletin emanetine çöreklenmesi yetmezmiş gibi, bir de ülkedeki tarım ve hayvancılığı bitiren bir yönü var. 4-5 tane adam kayrılacak, kasalarını dolduracak diye, bir takım gıda zincirleri ucuz ete kavuşup satışlarından rant geliri elde edecek diye göz göre göre yerli hayvancılık mezara gömülüyor.

Evet, bu ülkede birileri iktidar-muhalefet demeden belediyeler üzerinden siyasetin finansmanını sağlıyor, bu görülüyor; ama sadece belediyeler mi_ Sadece Yollar, Köprüler, Garantili Mega Projeler mi? İşte gözü dönmüş Et İthalatı Lobisi de bunlar arasında! Ey iktidar sahipleri, hani milletin emanetini kimseye yedirmiyordunuz? Hangi garip gurabanın hakkını koruyordunuz? Sizin halka ucuz et sağlama görevi olan Genel Müdürünüz yakınlarına yurtdışında kurdurduğu şirketler üzerinden Gıda terörünün finansmanına kaynak sağlıyorsa ve buna rağmen Plan ve Bütçe Komisyonundaki müzakerelere yüzsüzce katılabiliyorsa varın gerisini siz hesap edin! Çözüm nedir diye soran aziz vatandaşlarım! Çözüm halkını arasında halkı gibi yaşayan ehil ve ahlaklı kadroların işbaşına gelmesinde! Her zaman söylediğimiz gibi Neşteri elimize alacağız ve önce zihniyet ve ahlak devrimi, sonra hukuk ve sosyal adalet devrimi ve nihayet devlette kurumsal devrimi gerçekleştireceğiz: Bu reçeteyi de ancak biz uygularız. Ve o günler geldiğinde göreceksiniz ki bu rantçıların tümü siyasetten elini çekecek. Çünkü siyaset rantın değil, halkın hizmetinde bir araca, hikmetli işlerin, toplumun maslahatının, faydasının aracına dönüşecek! Temiz olanların da önü açılacak, çünkü siyasetin kirli yollarında geçinenler barikat olmaktan çıkacak! Soruyorum sizlere, o günlerin gelmesini istemez misiniz? Aziz milletim; Gerek bu konularda; gerekse tarihi bir dönemecin eşiğinde olduğumuz çözüm sürecinin yönetimine ilişkin tekliflerimiz ve uyarılarımız elbette devam edecek. Belki bazıları bunları hedefe koymaya devam edecek, bazıları da görmezden gelmeye. Ama bu ülkede yıllarca devlet adamlığı ve diplomatlık yapmış, halkın hakkını, Hakkın da hatırını herşeyin üzerinde tutmayı itikat edinmiş biri olarak elimi de gövdemi de bu sürecin hitama ermesi ve bu zihniyet, ahlak, sosyal adalet, hukuk ve kurumsal devrimlerin gerçekleşmesi için kayaların altına koyacağıma Cenab-ı Hakkın huzurunda söz veriyor, hepinizi Allah’a emanet ediyorum.

YORUMLAR

Maksimum karakter sayısına ulaştınız.

Kalan karakter: