Çok değerli Genel Başkanlar, değerli milletvekillerimiz,
grubumuza teşrif eden değerli misafirler ve bizleri ekranları başında izleyen değerli vatandaşlarımız, hepinizi saygıyla, muhabbetle selamlıyorum. Bugün özel bir gün, 3 Aralık, Dünya Engelliler Günü. Tabi engellilerle ilgili sorunlarımızı konuşacağız ama her şeyden önce şunu ifade etmek isterim: Beni esas kaygılandıran husus devlet yönetimiyle ilgili gözlediğimiz zaaftır.
Asgari ücreti tartışıyoruz, nasıl tartışıyoruz? Herkes kendi zaviyesinden bakıyor ve bir rakam telaffuz ediyor. Toplumun, ekonominin bütün dengeleri yok olmuşsa vereceğiniz asgari ücretin hiçbir kıymeti olmaz. Böyle bir devlet yönetimi de olmaz. Son günlerde hem sanayi üreticileriyle hem ticaret odalarıyla çok yoğun toplantılar yaptım. Çok samimi bir şekilde İstanbul Sanayi Odası Başkanı, Ankara Sanayi Odası Başkanı, MÜSİAD Başkanı, TÜSİAD Başkanı, her kanattan hepsi samimi bir şekilde şunu söylediler: “Sayın Başbakanım, biz verdiğimiz asgari ücretle üretime devam edemeyeceğiz ama biliyoruz ki verdiğimiz asgari ücretle de o asgari ücretliyi alan işçi karnını doyuramıyor.” Bu ne biliyor musun? İşte dediğim makro bakışın olmayışı. Ekonomi rakamlara ve finansal endikasyonlara indirgediğiniz zaman üretimi ihmal edersiniz, üretimi ihmal ettiğinizde de insanlarınızı doyuramazsınız Büyük bir fırtınanın gelmekte olduğunu görüyorum her alanda. Türkiye’de ise ekonomik bu çöküş dolayısıyla bir sosyal fırtına kapımızda bekliyor. Ey Ankara’da oturanlar! Fakiri daha fakir yapan, faizciyi daha fazla zengin yapan bu sistem sürdükçe siz Ankara’da koltuklarınızda rahat oturamayacaksınız! Rakam şu mu olsun bu mu olsun, çok güzel hesaplar verdi. Ben başka bir cihetten hesap vereyim: Altı bin yedi yüz yetmiş bir lira on ayda asgari ücret kaybetti. Yirmi iki bin yüz dört liraydı net asgari ücret, bunun altı bin iki yüz otuz yirmi altı lirası şu ana kadar kaybedildi, sene sonunda yedi bin dört yüz yetmiş bir lirayı bulacak kayıp. Yani fiilen asgari ücret on dört bin liraya bir Ocak itibariyle on dört bin liraya düştü. Sayın Babacan bir haklı bi hesap verdi: Yüzde on beş geçen seneki kaybı, yüzde otuz enflasyon, yüzde kırk beş gerçekleşen enflasyon farkı, öyle de bakarız. Şöyle baktığımızda da önce şu asgari ücreti bugüne bir getirin bakalım. Ha getirin o çok bilmiş TÜİK’inize bi sorun bakalım istatistik biliyor mu, rakam biliyor mu. Getirdiğinizde şu anda asgari ücret müzakerelerinin Türk-İş’e ve Hak-İş’e de söylüyorum, sizin göreviniz iktidarla bi tiyatro oynamak değil, işçinin hakkını korumak. İşçinin hakkını koruyun, koruyun. Direniyoruz görüntüsüyle önce direnir gibi yapacaksınız, sonra da önünüze gelen rakamı kabul edeceksiniz. Böyle riyakarlık olmaz. Sizi de vazifeye çağırıyorum şu anda. Bu kayıplar eklendiği zaman asgari ücretin brüt otuz üç bin sekiz yüz yirmi yedi, gerçekte net olarak yirmi sekiz bin yedi yüz otuz altı seviyesinden müzakerenin başlaması lazım. Onun altında, asgari ücretin altında müzakereyle, şu anki nominal asgari ücretle değil, gerçek asgari ücretin şu anki değeriyle çarptığınızda yirmi sekiz bin liradan başlayacaksınız müzakereye. Neyi koyacaksınız? Onun üstüne koyacaksınız refah payıyla birlikte. Ve ben hesabın detayına girmeden söyleyeyim, çok net rakam vereceğim: Asgari ücret onun bunun üzerine, şu anki hedeflenen enflasyon yüzde on altı diye açıklandı orta vadeli programda, onu bi kenara koyun, hangi hedefinize ulaştınız ki buna ulaşacaksınız. Asgari ücret brüt kırk bin liradan, net otuz beş bin liradan aşağı olmaması lazım. Net. Yapın sağdan çarpın, soldan çarpın. Peki neden bu önemli? Normal şartlarda da asgari ücret bu kadar tartışılmaması lazım ama niye tartışıyoruz? Çünkü asgari ücret Türkiye’de ortalama ücret, ortalama ücret. Diyecekler ki efendim bununla enflasyon nasıl kontrol edeceğiz? Ben size bi örnek vereyim, Mehmet Bey bilir, karşı çıkmıştı. Bir Ocak 2016 da altıda asgari ücreti yüzde otuz zam yapmıştık. Yüzde otuz zam, enflasyon yüzde altı altı buçuk civarındaydı, TÜFE yüzde üç üç buçuk üç civarındaydı, ÜFE… Mehmet Şimşek de görevdeydi, o zaman bakanlar kurulunda ve bu işlere bakan arkadaşımızdı. “Yapmayalım Başbakanım” dedi. Ben de “Türkiye’de gelir adaletini sağlayamazsak sosyal barışı temin edemeyiz, yapacağız” dedim. Sonra da oturduk konuştuk, işçi iişverenle de o konuştuk. Bakın makro bakış budur: Birini tatmin ederken diğerini mağdur etmeyeceksiniz. Ve oturduk devlet o zaman ortaya çıkan asgari ücret farkını işverenle paylaştı. Ne işveren rahatsız oldu ne işçi. İşçi de memnun, işveren de memnun. Bugün işçi de memnuniyetsiz, işveren de memnuniyetsiz. Bu yine yapılabilir. Ben işverenin buna hazır olduğu kanısındayım çünkü biliyorlar onu. İşçinin de fedakârlık yapmaya hazır olduğu kanısındayım ama birinin gerçekten hakem olması lazım. Bunlar hakem değil, bunlar faizcilerin avukatı, emekçilerin zalimi. Bunlar böyle. Kimse hakemlik yapmaya niyetli değil. Şimdi o zaman bu asgari ücretten başlayarak bütün bu dengeleri tekrar kurmamız gerekiyor. Efendim seyyanen zam yapıldı pazartesi, getirilen bütçe komisyonuna gelen teklifle otuz bin lira, otuz bin lira zam yapıldı seyyanen kimlere? Üst düzey yöneticilere. Ekonomide diğerleri de var, YÖK Başkanı da var, TÜİK Başkanı var, hepsi var. Ya Allah aşkına siz bu ekonominin bunların tek sloganı var: Altta kalan ezilsin. Altta kalanı ezen bir ekonomi politikası takip ediyorlar. 2015 de biz seyyanen zam vermiştik, kime vermiştik biliyor musunuz? Emeklilere. Milyonlarca emekliye seyyanen zam verip gelir adaletlerini yukarı çekmiştik. Çünkü biz insana bakıyorduk, bunlar paraya bakıyor. Çünkü biz insanın onuruna bakıyorduk, bunlar üç beş zenginin cebine bakıyorlar. Aradaki fark bu. Seyyanen zam yapacaksanız emeklilere yapsanıza, seyyanen zam yapacaksanız çalışanlara yapsanıza. Şimdi çarpıcı bi şey söyleyeyim karşılaştırma: Üniversitelerde rektör, YÖK başkanı aldı zammı otuz bin lira, akademisyenler tek kuruş almadılar. Öğrencilerin bursu üç bin lira. Üç bin lira bursla bir öğrenci eğer zehirlenme korkusu yoksa yüz elli liradan bir tavuk döner dürüm alır dört bin beş yüz lira yapar, çay içecekse on beş liradan, kahve içecekse de seksen lira bir ee bir çay bir kahve içse bir ayı bitiyor. Memlekete bir gidiyim desek tek gidiş bin lira en az, gidiş geliş yapamaz. Peki öğrenciye niye bu bursu artırmıyorsun? Niye akademisyenleri mağdur edip YÖK başkanını, çalışanları mağdur edip TÜİK başkanını, memurları mağdur edip bütün yüksek düzey memurları, cumhurbaşkanı danışmanlarına zam yapıyorsun? Çünkü bunların artık milletle bir meselesi kalmadı arkadaşlar. Milletin refahıyla ilgili tek bir meseleleri kalmadı. Peki yine bütüne baktığımızda nereden gelecek bu değirmenin suyu? Üreticiden di mi? Nereden vergi alacaksın? Üretenden, çalışandan. Peki üretimde durum ne? Tarımda yüzde on iki nokta yedi gerilemişsin. Bütün tarım ürünleri iflas noktasında, sıfırı neredeyse bulmuş, düşme eğiliminde. Ha efendim bu sene don vardı, kuraklık vardı, hadi oradan canım. Yüzde on iki nokta yedi ne zaman? Üçüncü çeyrekte. Üçüncü çeyrek nedir? Tarımda hasadın yapıldığı, en fazla ürünün elde edilmiş olması gereken dönem. Ben geçen de Alanya halindeydim, üretici perişan. Hani var olan don falan değil, var olan malı para etmiyor. Çünkü sen ithalatla onu terbiye etmeye kalkmışsın. Efendim kuraklık var, ya Allah aşkına ben kendi memleketimden vereyim: On sene önce bitmesi, dokuz sene önce bitmesi gereken, tamamlanması gereken Mavi Tünel’le Toroslardan Konya Ovasına inecek suyu niye indiremediniz hala? Çünkü bizden sonra bunlar Davutoğlu projesi gibi baktılar ve hepsini durdurdular, hepsini durdurdular neredeyse. Tüm kanallar, betonlar çatladı su gelmediği için. Sonra da mücadele bakacaksın tarıma, makro düzeyde ekonomiye bakacaksın. İşte şimdi böyle bir devlet yönetimine ihtiyaç var. Finans yönetimine değil sadece, sadece yargı yönetimine değil, sadece tarım yönetimine değil, bütün bir devlete tek bir makro bakışla kılcal damarlarına kadar işleyecek şekilde nüfuz ederek bu devleti yeniden inşa etme görevimiz var arkadaşlar. Yoksa sayısal düzelmelerle, grafiklerle bunlar alırlar bi başka grafik gösterirler. Hayır bütün bir makro devlet yönetiminin gözden geçirilmesi lazım ve bunlara da bir devlet yönetim terbiyesi vermek lazım. Şimdi gelelim bir de süreç yönetimine. Devlet ne demek? Devleti yönetmek ne demek? Koltuklarda oturmak demek değil. Başlattığınız bir süreci bütün detayıyla özenle sürdürmek demek. Geçen sene bu vakitler büyük bir heyecanla Sayın Bahçeli’nin girişimiyle bir süreç başlatıldı. Bir yıl geçti. Son bir haftaki gelişmeler beni ciddi şekilde kaygılandırıyor. Açık ve net ifade ediyorum: Bütün taraflara, bütün taraflara, eğer herkes bir adım geri çekilip durumunu tekrar düşünmezse ve başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere bu sürecin sonunda tünelin ucunda nasıl bir tablo gördüğünü milletle paylaşmazsa büyük bir sukut-u hayal yaşarız, büyük bir hayal kırıklığı yaşarız. Bunu hem gözlemlerimle hem bilgilerimle söylüyorum. Bütün tarafların başını iki eline alıp düşünmesi gereken bir döneme geldik. Bakın ne oldu bir hafta içinde? İmralı ziyareti yapıldı. Biz bunlara dedik ki “Ne olur bu ziyareti içinde ana muhalefetin de olduğu SEGBİS üzerinden bir şeyle bu görüşmeyi yapın.” Neden dedik bunu ve ben çıktım bir video yayınladım “Heyet gitse bile burada katıl” diye. Çünkü olanları görüyorum. Ben bir krizin nasıl yönetileceğini bilirim, elli bin kere yönettim. Ve bir hafta içinde geldiğimiz yere bakın. Bu süreçleri yönetiyorsanız bir ketumiyet, iki şeffaflık şarttır. Ketumiyet ne zaman? Süreci yönetenler ketum olacak. Süreci halka anlatanlar şeffaf olacak. Şimdi bakıyorsunuz ketumiyet yok. Nasıl yok? Sanki bu tutanaklar birilerine… Daha komisyon yarın toplanacak di mi? Mustafa Bey, Bülent Bey ve evet yarın toplanacak. Peki komisyon orda yapılan görüşmeyle ilgili bir eski gazeteci milletvekili nasıl birtakım bilgiler verebiliyor? Hadi verdi, kim veriyor ona o bilgileri? Ben önce bunu sorarım. Söylenen sözden önce şunu sorarım: Çekerim oraya gidenlere “Kim bu bilgileri nasıl sızdırdı, bunun bir hesabını verin” derim. Burada ketumiyet şart. Ha şeffaflık nerde şart? Halka anlatırken şart. Peki çok güzel bir şeyimiz vardır: “Söz ola bitire savaşı, söz ola kestire başı, söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz.” Bugünlerde benim korkum bu süreçle ilgili söz şehveti. Herkes kendi mahallesine, kendi takımına yaranmak için birtakım şeyler söylüyor. Şimdi burada sarf edilen birkaç kelimeyi söyleyeceğim: Darbe, darbe… Efendim arkasından gelen ifadeler, Stockholm sendromu, efendim Türkiye’ye tehdit… Şimdi darbe kelimesi öyle kolay ağza alınmaması gereken bir şey. Siz orada darbe sözcüğünü alıp bir de Devlet Bahçeli’ye darbe yapılacak denirseniz bu şu demektir: O darbe sözü bu sürece darbe anlamına gelir. Kim kullanırsa kullansın, hangi yetkiyle kullanıyorsun? Sayın Bahçeli tepkisinde haklıdır. Türkiye’de darbe sözcüğünü kimse bir daha ağzına almamalı. Alacaksa da gereğini yapmalı. Şimdi sormak lazım Sayın Cumhurbaşkanı süreci bizzat yönetiyorsa veya yönetenler: Sen bu darbe şeyini nerden çıkardın? Bi çıkar bakalım, nerden çıkartıyorsun? Ciddiyet bunu gerektirir. Herkes sus pus, tepkiyi Sayın Bahçeli vermek durumunda kalıyor. Bu sefer de süreçle ilgili başka tartışmaların içine girdiği sonuçlar ortaya çıkıyor. Ana muhalefet partisi lideri Sayın Özgür Özel, süreçte ana muhalefet partisini tutmak için ne kadar çaba sarf ettiğimi en iyi Grup Başkanımız Bülent Bey, Mustafa Bey, bilirr o gün burdaydılar, diğer arkadaşlarımız, genel başkanlarımız ve Mehmet Emin Bey’le de temas halindeydik. Hep şunu söyledik: Ana muhalefet partisini sürecin dışına itmeyin. Sürecin dışına iterse sürecin muhalifleri daha etkili hale gelir ve doğru olmaz. Ama onları sürecin içinde tuttuk da ya Allah aşkına böyle bir kritik dönemde “cellat” diye bi ifade bir ana muhalefet partisi liderinin ağzından çıkar mı ya? Cellat… “Cellatlarınıza aşık olduğunuz Stockholm” gibi… Arkadaşlar darbe, cellat nedir bu ya? Nedir bu Allah aşkına? Biraz soğukkanlı bir dil lazım herkese. Tam bunları konuşurken bu sefer Kandil’den bir ses, Bese hozat diye bir eş başkan: Efendim bu süreç yürümezse Türkiye karanlığa gömülürmüş. Bir dakka, tehdit diline başlayacaksak bu süreç ölür. Siz tehdit dili kullandığınız için iki bin on üç yılında çözüm sürecinden sonra tehdit diliyle hendek kazmaya başladığınız için bütün bir süreç durduğu gibi büyük acılar yaşandı. Türkiye’ye karşı asla tehdit dili kullanmayın, asla kullanmayın, asla kullanmayın. Devlete “sizinmiş” olarak davranın. Devlete ben Sayın Tuncer Bakırhan bize ziyarete geldiğinde de söyledim: Devleti karşınıza alarak konuşmayın. Demokrasilerde devlet yönetimi halktan irade alan herkesin elinde olur. Siz de devlet yönetimine talip olun. Devlet sizin ve açık söyleyeyim geçen sene bütçe konuşmasında çok güzel bi konuşmayla Sayın Bakırhan “kerim devletimiz, bizim devletimiz” diye hitap etti. Peki şimdi bir sene geçti, bir Plan Bütçe Komisyonu toplantısında birden milletvekili nasıl olur da Türk Silahlı Kuvvetlerini bütünüyle ilzam eden, hakaret eden bir konuşma yapıyor? Ne yapmak istiyorsunuz Allah aşkına? Herkesin kendisine çekidüzen vermesi lazım. Benim burdan çağrım: Başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere süreci kim yönetiyorsa nerede olduğumuzun değerlendirmesini yapın, ilgili herkesi bir masa etrafında toplayın ve sürecin ne aşamada olduğunu gözden geçirin. Bir Sayın Numan Kurtulmuş… Bakın bir haftadır Sayın Kurtulmuş’tan bi söz duymadım ben, duyduk mu bilmiyorum. Ha bu tartışmalar oluyor, komisyonun ve bu İmralı ziyaretinin temel sorumlusu Sayın Kurtulmuş’tan ses yok ya. Başarı anında öne çıkmak yetmez, kriz anında süreci yöneten öne çıkar ve halka güven verir. Çıkacaksınız ve diyeceksiniz ki “Bende, bende İmralı’da yapılan görüşmenin notları bende mahfuzdur, böyle bir ifade yok, bundan sonra da bunların muhatabı komisyondur, komisyonumuza bütün bilgiler verilecek” deyin, halkı rahatlatın. Ben niye SEGBİS’te yapın dedim? SEGBİS’te yapılsaydı bir hafta bu spekülasyonlar olmayacak. Herkes ben mesajların olumlu olduğu da kanısındayım çünkü olumsuz mesaj verecekse niye görüşülecek? Ama bu mesajlar o gün SEGBİS’ten Türkiye’ye yayılsaydı bütün bu krizler yaşanmazdı. Ne oldu şimdi? Herkes de şüphe, genel başkanlar birbirlerine laf yetiştiriyorlar ve ortada süreçle ilgili kaygı var. İşte “söz ola kese savaşı”, söz ile savaşı keselim. Söylemle değil öze bakalım. Bu süreç küçük hesapların, taktik hesaplara kurban edilemez. Sayın Numan Kurtulmuş’a sesleniyorum: Yarın Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu toplandığında çok net olarak milletin zihninde hiçbir şüpheye mahal bırakmaksızın bütün tutanakları açıklayın. Tek bir gizli şey kalmasın. Burada şeffaflık gerekir. Ketumiyet ise süreci yönetenleredir. Devlet şu kulağından duyduğu zaman bu kulağına geçmeden unutur. Unutan kişinin yaptığı yönettiği iştir. Öyle sağda solda laflar dolaştığı zaman bu iş yürümez. Kaygılandıran bir başka şey söyleyeyim, kriz yönetimi bakın: Süreç başlattıysanız bi süreç… Dışişleri Bakanıyken yirmi beş bin kişiyi Libya’dan on günde boşalttık, on günde. On beş bin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, on bin… Ama Dışişleri Bakanlığına oturdum, bütün şeyi Ulaştırma Bakanı, herkesi topladık, saat saat bütün detayları Fizan çölünden Bingazi limana nasıl gidileceğini, hangi aşiretlerin yardımcı olacağından tutun gemiyle İzmir’e nasıl inileceğini, oradan ne yapılacağını hepsi planlandı ve devlet kurumlarının kapasitesi vardı. Şimdi Papa geliyor, gelmesi üzerine tartışırız, şimdi vaktim yok bu konuda bi video yayınladım zaten, nedir ne değildir konuşulur. Bir gezi planlayamaz mısınız siz ya? Nihayet gelen bir devlet başkanı statüsü diyelim, inecek, ziyaretleri yapacak, gidecek. Bir planlayamaz mısınız? Bakın ortaya çıkan görüntüler rezalettir. “Taleal bedru aleyna” ilahisinin okunması rezalettir. Sonra bir açıklama yapıldıysa bile Sayın Mehmet Görmez’e güvenirim ama niye Mehmet Görmez yapıyor bu açıklamayı? Siz yapsanıza. Çıksanıza desenize ki “Böyle bir infiale sebep yok, o ondan önce çalındı.” Hayır kriz varsa bunlar toz duman yoklar. Kim kriz çıktığı anda devleti yönetenlerin hiçbirisi ortalıkta yok. Ama başarı varsa hepsi oradalar. Böyle de devlet yönetilmez. Bakın şimdi orda fark edilmeyen bir şey söyleyeyim: Eğer bir konuk devlet başkanı gelmişse tek başına konuşuyorsa sağ tarafında Türk bayrağı olur, o devletin bayrağı olmaz. İkili konuşuyorsa herkesin arkasında kendi bayrağı olur. Papa konuşuyor sağ tarafında Vatikan bayrağı ya. Ya bu protokole bari dikkat edin ya, bir özen gösterin, planlayın, bir özen gösterin. Birisi de baksın nerde eksik var nerde gedik var. Sonra Barzani’nin ziyareti, son derece kritik bir süreçte. Molla Ceziri ki büyük bir alimdir, gerçekten yapılan bir bilimsel toplantı, sürece de katkıda bulunacak bir gelişme. Ya bunu baştan planlasanıza, güvenlik birimleri arasında ciddi bir koordinasyon yapsanıza. Peşmergeyi zaten silahlı kuvvetlerimiz eğitmiş, oturup şöyle yapalım böyle yapalım deseniz, planlasanız ve bunlar bu görüntüler ortaya çıkmasa olmaz mı? Hayır efendim sonra çıkınca kriz yönetimi geliyor… Ben burada yaşananların devletin genel zaafından bağımsız olmadığı kanaatindeyim ve Sayın Bahçeli’nin de Sayın Barzani’nin de art niyetli oldukları düşüncesinde değilim. Çünkü her ikisinin de böyle önemli bir süreçte bu ziyaretin bu önemli sürece nasıl katkı yapacağını düşünecek şekilde bu süreci sahiplendiler. Sayın Bahçeli başından beri sahiplendi, Sayın Barzani de verdiği orda yaptığı konuşmayla dahi sahiplendi. Ama bir baktınız orda bir mülki amirin yönetemediği kriz sebebiyle çok daha büyük ölçekli bir krizin alt yapısı oluştu. Herkesi sükunete davet ediyorum. Ben Kuzey Irak gözlemlerimi bir mektupla Sayın Bahçeli’ye geçen hafta ve Sayın Erdoğan’a bildirdim tekrar ve orada da Kuzey Irak’ta Sayın Bahçeli’ye duyulan güveni de ifade ettim. Sayın Bahçeli de tekrar kendisi telefon ederek teşekkür etti. Biliyorum herkesin ne düşündüğünü. Şu anda bu sürecin başarılı olmasını herkes istiyor, iyi niyetli herkes istiyor. Ama başarısız olmasını ise bir tek ülke sadece istemiyor değil, başarısız olması için her provokasyonu yapmaya hazır, o da İsrail arkadaşlar. İsrail’in oyunlarına gelmemek için, İsrail’in Türklerle Kürtleri çatıştırarak bölgenin haritasını yeniden dizayn etme oyunlarına gelmemek için ne olur bütün siyasi liderlere söylüyorum: Bir adım geri çekilin, başınızı iki elinizin arasına alın ve bir kez daha düşünün. Bugünler geçer, birbirimize bağırır çağırırız, kendi taraftarlarımızı etrafımızda konsolide ederiz ama millet kaybeder, ama coğrafyamız kaybeder, ama gelecek nesiller kaybeder, ama nice insanlarımızı şehit veririz, nice gençlerimizi dağlarda kaybederiz. Bunun önüne geçmemiz lazım. Devleti yönetenler devletin bu stratejisini detayıyla takip etmek zorundalar. Ve biraz önce zikrettiğim bütün liderlere de Türkiye içinde ve dışındakilere de olumlu mesajlar verin. Türkleri, Kürtleri, Arapları, Acemleri, bölge halklarını birbirine kardeş kılan mesajlar verelim. Düşman kılmak isteyenlerin de oyunlarını bozalım. Biz YENİ YOL Grubu olarak komisyona verdiğimiz katkıyla da her birimizin devlet tecrübesiyle de şunu net olarak ifade etmek isterim: Kim bu milleti birleştirmek isterse onun yanında olacağız. Kim Ortadoğu halklarını barıştırmak isterse onun yanında olacağız. Gecemizi gündüzümüze katacağız, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacağız, hiçbir kınamadan çekinmeyeceğiz. Ortadoğu halklarını tekrar bu aziz milletin etrafında bütünleştireceğiz. Allah’a emanet olun.